Puslu bir sonbahar gecesi.
Sene 1992, aylardan Ekim.
Yaşlı bir bankacı bir kafede dört-beş arkadaşıyla oturmuş, ölüm cezasını tartışıyor.
Arkadaşlarından ikisi yazar, üçü de meslektaşı.
Hemen hemen hepsi aynı noktada birleşmiş durumda.
Ölüm cezası verilirken kesinlikle “idam” kararı uygulanmalı, “ömür boyu hapis” cezası olmamalı.
Ömür boyu hapis cezası hem suçlunun yıllarca devlet bütçesinden geçinmesini sağlayacak, hem de kişiyi birden değil yavaş yavaş öldüreceğinden dolayı insani değerleri saygısızca hiçe sayacak.
Bir taraftan içiyorlar bir taraftan da sürekli olarak, etik anlamda da idamın ülke adına daha doğru olduğunu savunmaya devam ediyorlar.
İşte tam bu sırada yan masalarında oturan zayıf, uzun boylu ve kulağında küpe olan genç bir avukat konuşulanlara kulak misafiri oluyor.
Birkaç kez konuşmalara müdahil olmak istese de çekiniyor.
Birasından yudumunu sigarasından da son nefesini alırken, dinlemeye devam ediyor.
Yaşlı bankacı: “Bana söyler misiniz? Bir insanı işlemiş olduğu affedilemez bir suçtan dolayı tek nefesinde birkaç saniyede öldürmek mi, yoksa bu insanın acı çekerek yıllar boyunca ölmesini beklemek mi insancıl ve ahlaklı geliyor size?” dediği anda, genç avukat kendini tutamıyor ve söze giriyor.
“Bayım, kusura bakmayın ama sizi yaklaşık yarım saattir dinliyorum. Daha fazla dayanamadım ama böylesine elit bir grubun savunduğu bu saçma sapan fikir için ülkem adına utandım. Bu yüzden izin verirseniz cevabı ben vereyim” diyor.
Yaşlı bankacı şaşkın ve sert bakışlarıyla ama saygılı bir şekilde başını “hay hay” anlamına gelerek sallıyor.
Genç avukat “İkisi de ahlaksız, ikisi de saçma” diyor.
“İdam etmenin de, ömür boyu hapis cezasına çarptırmanın da temelde tek bir ortak noktası var.
Dünyaya Tanrı tarafından gönderilen bir bireyin canını almak.
Devlet Tanrı değildir.
Devlet görevlilerinin verecekleri kararlardan bir daha geri dönemeyecek olmalarının yanlış olduğu gibi, bireylerin hayatlarına son verme kararını da verememesi gerekmektedir.
Ölüm cezası kesinlikle olmamalıdır.
İnsan haklarına saygısızlıktır ve ahlaksızcadır.
İnsanlık dışı olduğu gibi insan onurunu da zedelemektedir.
Suçları engellemek için daha etkili yollar mevcuttur.
Yine de sizler bana bir karar vermek zorundasınız diyecek olursanız, o zaman da bu masada bulunan herkesin aksine ben ‘mahkemede bana seçme hakkı verilseydi kesinlikle ömür boyu hapis cezasını almayı seçerdim’ derdim.
Sebebi de; her ne pahasına olursa olsun yaşamanın herşeyden güzel olması.
Ayrıca madem birini gerçekten bu kadar çok öldürmek istiyorsunuz, o zaman ona ömür boyu hapis cezası verin ki her gün defalarca ölsün.
Bu benim için ne kadar aşağılayıcı bir düşünce olsa da sizleri daha fazla rahatlatacağına eminim. İnsanoğlunun en büyük korkusu “yetersiz” olmak değil.
En büyük korkumuz aslında ölçülemeyecek kadar derin ve güçlü olan kendi ışığımız.
Bizi korkutan karanlığımız değil.
Yeterki içimizdeki bu ışığı keşfedip, ondan korkmayı bırakalım ve başka hayatlara saygı duymayı sağlayacak yöne doğru içimizdeki ışığı çevirelim.
Herkesin ölmek için çok vakti olacak” deyip, masanın yanında duran beyaz gitarını koluna asarak cafe’yi terkediyor genç avukat.
Bu avukat daha sonra hayatının her döneminde insanlık dersi vermeye devam ediyor.
Tıpkı başında bulunduğu milli takımın oyuncularına bir devre arasında “Bu takımda zenginler, fakirler ve sınıflar yok. Burada sadece halkın desteği var. Ona göre oynayın” dediği gibi devam ediyor insanlık dersine.
Tıpkı UNICEF’in 1998 yılında organize ettiği “Çocuklara Daha Güvenli Hayat” projesinde görev alıp, bu proje için ciddi bir tutar bağış yaptığındaki gibi devam ediyor insanlık dersine.
Tıpkı yönettiği bir klüp takımının arka işlerini yürüten teknik ekibiyle ilk maaşını paylaştığındaki gibi devam ediyor insanlık dersine.
Tıpkı başında bulunduğu klubün taraftarlarının yapmış olduğu ırkçı tezahürat karşısında “bu insanlardan utanıyorum, onlardan kurtulmak için elimden geleni yapacağım” dediğindeki gibi devam ediyor insanlık dersine.
Tıpkı sayfalarca devam edebilecek ama hiçbir zaman hiçbir yerde sözünü dahi etmeyecek sayısız iyiliklerini sürdürdüğü gibi devam ediyor insanlık dersine.
Teknik direktörlüğünü sabaha kadar eleştirebileceğim ama adamlığını hiçbir zaman tartışmayacağım adam.
Bebeğinin adına Hırvatça’da “Kartal” anlamına gelen “Orao” ismini koyan “iyi niyet elçisi”.
Emin ol ki, Türk futbolu senin karakterinden çok şey öğrendi.
Yolun açık olsun, Slaven…
FF
Slaven in teknik Direktörlüğü tabii ki tartışılır hatta tartışmasız vasattır ama senin yazarlık kabiliyetin pek tartışılamaz. Slaven ne kadar doğru adamsa sen de o kadar güçlü bir kalemsin. İyi adamlar sanatçı ruhlu olmaz. İyilikle yetenek birbirini taşıyamaz. Hazır böyle birini bulmuşken editör olsam, bi kitabını bassam da Slaveni konsere mi çağırsak?